Güncel Yazılar

İnsan ve Şempanze: %1 Farkla Dünyayı Yöneten Tür

Hepimizin sıkça duyduğu bir bilgiyle başlayalım: İnsanlar ve şempanzeler, DNA’larının %99’unu paylaşıyor (aslında tam olarak % 98,8). Günümüzde neredeyse herkesin ağzına sakız ettiği bu bilgi, özellikle 1990’larda bilim dünyasında adeta E=mc² kadar popüler bir slogan haline gelmişti.

Ama bu ne anlama geliyor? Bu ortak köken bizi ve şempanzeleri “kardeş türler” mi yapıyor? DNA’mızda bu kadar az fark varken, neden bu kadar farklıyız?

Nasıl oluyor da genetik olarak %1 fark gösteren iki türden biri dünyayı yönetirken, diğerini hayvanat bahçelerine kapatıyor?

İnsanlık tarihi ve insanın evrimi konulu 6 youtube videosundan oluşan serinin ilk videosu olan ‘İnsan ve Şempanze: %1 Farkla Dünyayı Yöneten Tür’ başlıklı videoyu yukarıdan izleyebilirsiniz. Bu serinin oynatma listesine şu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.youtube.com/playlist?list=PLMjwRvF1b_mJR2-6VyNwWqW48D0AjFz_8

Herkes üniversitede Tıbbi biyoloji okumamış olabilir o yüzden konunun bu yönünü çok çok basitleştirip, hızlıca geçersek: DNA’mızda bulunan dört baz, adenin, sitozin, guanin ve timin olarak adlandırılıyor ve bunlar sırasıyla baş harfleriyle (A, C, G, T) olarak temsil ediliyor. Bu dört baz, şeker-fosfata bağlanarak DNA’nın temel yapı birimi olan nükleotiti oluştuyor.

İşte insan DNA’sında 3.2 milyar kadar bu temsili harflerden var. Şempanzelerle aramızdaki %1,2’lik farkI gözönüne aldığımızda 3 milyar 164 milyon harfin aynı, 36 milyon harfin farklı olduğu anlamına geliyor.  Ancak bu fark, birkaç genle sınırlı değil, aksine, bu 36 milyon fark, genlerimizin tamamına dağılmış durumda. Daha çarpıcı bir örnekle açıklayalım: Rastgele seçilmiş iki insan düşünün Ahmet ile Mehmet hatta skalayı büyütelim: Hans, Sam, Toni, Coni, Herkel, Frank, alayı birden… arasındaki genetik fark yalnızca %0,1 (binde bir) yani iki insan arasındaki fark yaklaşık 3 milyon harf. Bir insan ile bir şempanze ise  bunun tam 12 katı yani 36 milyon.

Bilim insanları bu farkın, birazdan bahsedeceğim 5 milyon yıllık süre içinde, beynimizin daha büyük olmasına, karmaşık düşünceler geliştirmemize, bir ya da daha fazla dili konuşmamıza hatta sanat yapmamıza sebep olduğunu iddia ediyorlar.

1997 yılında Avustralya Ulusal Üniversitesi’nde görev yapan genetik Profesörü Simon Easteal ve ekibi, moleküler biyoloji çalışmalarının sonucunda ortaya çarpıcı bir iddia atttı: İnsanlar ve kuyruksuz maymunların (yani goril, orangutan ve deminden beri bahsettiğimiz şempanzelerin), yaklaşık 3,6 ila 4 milyon yıl önce ortak bir atayı paylaştığını iddia etti.

Bu keşif, insanın varsayılan atalarının dik yürümeyi öğrenmeye başladığı kritik bir döneme denk geliyordu. Ancak Easteal’ın çalışmaları yalnızca bununla sınırlı değildi. Onun araştırmaları, şempanze ve gorillerin de bir zamanlar dik yürüyebilen insansı bir atadan türediğini ancak orman yaşamına geri dönerek zamanla dik yürüme yeteneklerini kaybettiklerini de ileri sürüyordu.

Bu iddia, İngiliz doğa bilimci Charles Darwin’in 19. yüzyılda öne sürdüğü evrim teorisine yeni bir boyut kazandırdı. Darwin, insanın kuyruksuz maymunlardan türediğini savunarak bilim dünyasını sarsmış ve 1860’ların son derece muhafazakar Viktoryen toplumunu şok etmişti. Ama 20. yüzyılın sonunda bilim dünyası Darwin’in hatalı olduğunu keşfetti. İngiliz bilim adamının iddiasının tam tersine moleküler genetik, insan ve kuyruksuz maymunların dik yürüyen ve insani özellikler taşıyan bir ortak atadan geldiğini ortaya çıkarmıştı.

Şu ana dek söylediklerimdem hiç bir bir şey anlamadığı halde inatla seyretmeye devam eden dostlarımız varsa kabaca ancak biraz da hatalı olarak şöyle basitleştireyim: Yakın geçmişte insanın maymundan geldiği iddiasını kafamıza kazıyan bilim dünyası daha biz bu teoriyi hazmedemeden şimdi önceki iddianın tam tersine bazı maymun türlerinin insandan geldiğini ispatlamaya çalışıyor.

Peki, genetik olarak bu kadar yakın olan türler nasıl bu kadar farklılık geliştirdi? Şempanzeler, insan benzeri bir atadan nasıl türeyebildi? DNA’mızdaki küçücük farklar, fiziksel görünüşteki büyük farklılıkları ve zekâ uçurumunu nasıl açıklıyor? nasıl oldu da yüzde birlik fark tüm insan uygarlığının, sanatın, edebiyatın ve bilimin ortaya çıkmasına neden oldu?

Moleküler biyoloji bugünkü seviyesine gelmeden önce keşfedilen hemen hemen her yeni fosil yeni bir tür olarak sınıflandırılıyordu. 1980’lere kadar paleontologlar, insanın kuyruksuz maymunlardan en az 20 milyon yıl önce ayrıştığını savunuyordu. Ancak bahsettiğim gibi modern genetik bulgular, bu ayrışmanın sadece 4 milyon yıl önce gerçekleştiğini söylüyor. Üstelik pek çok paleontoloğu şaşırtma ve hatta utandırma pahasına insanın yakın dönem kökenlerine dair moleküler bulgularla çelişen hiçbir fosil bulunamamıştır.

Bu yeni bilgi, insanlık tarihine dair bildiğimiz her şeyi yeniden sorgulamamıza sebep olacak.

Şu ana dek ele aldığımız konu hakkında daha çok bilimsel veri isteyenler academia.edu web sitesinde sayısız makale bulabilir ki aşağıya kısa bir kaynakça ekleyeceğim. Türkçe derli toplu bir kitap arayanlara ise John Gribbin ve Jeremy Cherfas’ın ‘İlk Şempanze’ adıyla Türkçe’ye de çevrilip, basılan The First Chimpanzee adlı kitabı öneririm.

İnsan, evrimin son noktası mı, yoksa sadece bir durak mı?

İnsanın evrendeki yerini arama hikayesi, aslında kendimizi nasıl görmek istediğimizi de ele veriyor. Fiziksel açıdan, artık Dünya’nın evrenin merkezi olmadığını; milyonlarca galaksi arasında yer alan sıradan bir yıldızın (yani güneşin) etrafında dönen sıradan bir gezegen olduğunu biliyoruz. Ancak biyolojik açıdan, evrenin merkezine koyduğumuz insanı başrolden indirme konusunda bir arpa boyu yol aldığımız söylenemez.

Tüm bilimsel kanıt ve teorilere ragmen insanlara sadece evrimin bir ürünü olduğunu, dolayısıyla özel bir varlık olmadığını söylemek, bugün bile pek çok toplumda tepkiyle karşılanabiliyor. Evrim teorisini kabul edenler bile evrimsel başarının zirvesinde insanı görmek istiyor. İnsanlar, kendini doğadan ayırmak ve hayvanlarla olan mesafeyi mümkün olduğunca açmak için kökenlerini olabildiğince eskiye dayandırmaya çalışıyorlar. Ancak inanmak istesek de istemesek de modern moleküler biyoloji, bu algıyı kökten değiştiren kanıtlar sunuyor. Bilim insanları, bizim doğaya hükmeden seçilmiş varlıklar olmadığımızı, tersine doğanın bir parçası olduğumuza dair her geçen gün daha güçlü argümanlarla karşımıza çıkıyor.

Hiçbir bilimsel altyapıya sahip olmayan sıradan insanların, evrime insan merkezli bir pencereden bakması yani antroposentrik bakış açısına sahip olması anlaşılabilir. Kendimizi evrimin zirvesi, hatta son noktası olarak görme eğilimimiz, egomuzun doğal bir yansımasıdır. Bu yaklaşım doğanın kendi içinde bir değere sahip olabileceği fikrine kapalıdır. Antroposentrik etik anlayışında, ahlaki sorumluluklarımız yalnızca insanlara karşıdır ve doğa, hayvanlar ile diğer insan dışı varlıklar ancak insan çıkarlarıyla ilişkili olduğu sürece değerlidir. Tabii ki bu yaklaşım, tıpkı Dünya’nın düz olduğuna inanmak kadar yanıltıcıdır.

Evrim, bir amaca ya da nihayete sahip değildir. Bu süreçte her canlı, soyunu sürdürebildiği sürece, evrimsel açıdan “başarılı” kabul edilir. Örneğin, karıncaların kurduğu inanılmaz derecede karmaşık koloniler veya bakterilerin neredeyse her ortama adaptasyon kabiliyeti, diğer türlerin doğadaki başarı hikâyelerine birer örnektir.

Evet, insan zekâsı ve uyum kapasitesi benzersizdir, bu doğru. Ama bu durum, bizi diğer türlerden üstün kılmaz. Doğa, üstünlükten ziyade uyum üzerine kurulu bir dengeyi temsil eder. Bu dengeyi anlamak, evrimi daha doğru bir perspektiften görmemize yardımcı olur.

Peki, zekâya dayalı evrimsel fark nereden geliyor? Moleküler biyoloji bu sorunun tam yanıtını henüz bulabilmiş değil. Ama bildiğimiz bir şey var: Bu fark, DNA’mızdaki küçük ama kritik genetik düzenlemelerden kaynaklanıyor. İşte bahsi geçen bu küçük değişim, insanlık tarihini şekillendiren büyük sıçramaların temelini oluşturmuştur.

Peki bizi diğer türlerden ayıran şey nedir?

İnsanlar olarak, deminden beri konuştuğumuz konuların ve sorduğumuz soruların farkında olmamız hatta bunları düşünebilme yeteneğimiz bizi benzersiz kılmaktadır. Ancak bu benzersizlik, doğanın geri kalanını küçümsememize değil, onu daha iyi anlamamıza ve korumamıza yönelik bir sorumluluk doğurmalı.